Kısaca Hayatı
1929 yılında Trabzon/Of’ta dünyaya gelen Mahmud
Efendi, Ali Efendi ve Fatıma Hanım çiftinin hayatta kalan ilk çocuğudur.
Çocukları yaşamayan
Ali Efendi, meccanen imam-hatiplik yaptığı caminin minaresinde okuduğu her ezandan sonra “Ya Rabbi
bana hayırlı bir evlat nasib et!” diye dua ederdi. Bir gece Fatıma Hanım rüyasında ayın
koynuna indiğini ve dünyayı aydınlattığını görür. Rüyadan kısa bir zaman sonra hamile
kalır ve bir erkek çocuk dünyaya getirir.
Ali Efendi, yeni doğan çocuğunu alır civarda Kal-Ömer
Mahmud Efendi diye bilinen alim/veli zata götürür. Kal-Ömer Mahmud Efendi, Ali Efendi’nin oğlunu kucağına
alır ve şunları söyler: “Adın benim adım olsun, ilmin benim ilmim olsun, takvan benden fazla
olsun.”Kal-Ömer Mahmud Efendi’nin iltifatına nail olan küçük Mahmud, yetişkin kişilerde görülebilecek
tavırlarıyla dikkat çeker, arkadaşları arasında farklılığı ile temayüz eder,
Duruşlarında “büyük oluş”un kodlarını gören köylüler, çocuklarına Ona benzesinler
diye “Mahmud” adını koyarlar.
O daha çocukken, doğduğu Miçço (Tavşanlı)
köyünde yaşça kendinden küçük 40 tane Mahmud vardı. Mahmud Efendi 16 yaşında teyzesinin kızı
Zehra Hanım’la evlendi. Evliliğinden adlarını Ahmed (d. 1949), Abdullah (d. 1952), ve Fatıma
(1953- 2004) koyduğu üç çocuk dünyaya geldi.
Tahsili
Mahmud Efendi erken yaşlarda Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenir. Babası Ali
Efendi’nin nezaretinde, validesi Fatıma Hanım’ın hocalığında hafız olur.
Balaban
Köyünde ikamet eden Hoca Abdulvahhab Efendi’den “Emsile” ve “Bina” kitaplarını, Mustafa
ve Hasan İbrahimoğlu’ndan Yasin Suresi’nin tefsirini okur. Ramazan ayında Kayseri’ye gider,
Orada Tesbihçizade Hacı Ahmed Efendi’den Farsça ve Arapça dersleri alır.
Arap diliyle alakalı
Sübha-i Sıbyan, Tuhfe-i Vehbi, Avamil, ve İzhar kitaplarını okur. Kayseri’de 1 yıl kadar kaldıktan
sonra Of’a geri döner
Süleymaniye Medresesi dersiamlarından Çalekli Dursun Efendi’nin medresesinde
tahsiline devam eder. Dursun Efendi’nin ilk talebelerinden olan Mahmud Efendi, Osmanlı medreselerinde takip edilen
kitapları sırasıyla okur.
Sarf, nahv, meani, beyan, bedii, fıkıh, usul-u fıkıh,
usul-u fetva, hadis usul-u hadis, tefsir, ulum-u Kur’an, akaid, kelam, mantık, siyer, İslam Tarihi ile alakalı
mübtedi ve müntehi kitaplarını bitirir/ikmal eder.
Mahmud Efendi gayrı resmi olarak eğitime devam
eden medresenin ilk talebelerinden olması hasebiyle kendinden sonra gelen öğrencilerin dersleri ile de ilgilenir.
“Emsile” kitabı ile başladığı Arapça tahsilini Dursun Efendi’den aldığı
genel icazetle noktalar. İcazet aldığında yaşı henüz 16′dır.
Mahmud Efendi, Kur’an-ı Kerim kıraatini ilerletmek ve Aşere ilmini okumak için Mehmed Rüştü
Aşıkkutlu’nun Çifaruksa/Uğurlu köyündeki Kur’an Kursu’na gider, Burada teorik ve pratik açıdan
kıraat ilmini tahsil eder.
Mahmud Efendi okurken okutmaya başladığı öğrencilerine askere
gitmeden icazet verdi. Böylece mucaz (icazetli) ve muciz (icazet veren) bir alim olduğunu tescil etmiş oldu. Farklı
hocaların ders takrirlerini dinlemek ve yeni terkipler oluşturmak için çeşitli şehirleri dolaştı.
Askerliğe kadar devam eden bu ilk tahsil döneminde kitap okumaya dayalı eğitim aldı.
Askerde tanıştığı
(1952) ve yaklaşık 8 yıl yanında bulunduğu Ali Haydar Efendi’den ise meseleler üzerine dersler
okudu. Çeşitli konularda müzakerelerde bulundu.
Çok defa Ali Haydar Efendi’nin iltifatlarına muhatap
oldu. Mahmud Efendi tahsil hayatında gece geç saatlere kadar mütalaa eder, bazen birkaç saatlik uykuyu bile kendine çok
görürdü. Bir gece Onu kitaplar arasında gören Ali Haydar Efendi, has talebesinin bu hareketini tasvib ettiğini şu
şekilde ifade eder:
“Oğlum Mahmud! Şimdi çok çalış, ileride kitap okumaya vakit bulamayacaksın.”
Mahmud Efendi’nin talebeleri hocalarının sürekli kitap mütalaa ettiğini, kış gecelerinde kucağında
kitaplarla birlikte çok defa battaniyelere sarılıp sabahladığını gördüklerini söylemektedirler.
Onun kitap mutalaası ile alakalı kardeşi İsmail Efendi şunları nakletmektedir: “Evde sofra
kurulunca ağabeyimi çağırmaya giderdim, geliyorum derdi, aradan birkaç saat geçer sofra kalkar o hâlâ kitaplarını
mütalaaya devam ederdi.”
Hocaları;
Mahmud Efendi, babası Ali Efendi başta olmak üzere birçok hocadan ders aldı. Fakat
Onun tahsil hayatında üç isim çok etkili olmuştur. Bunlar Mehmed Rüştü Aşıkkutlu, Çalekli Dursun
Efendi ve Ali Haydar Efendi’dir.
1. Mehmed Rüştü Aşıkkutlu
Mehmed Rüştü Aşıkkutlu,
1901 yılında Of’un Uğurlu Beldesinde (Çifaruksa) dünyaya geldi. İlk tahsilini 40 yıl maarife
hizmet eden babası Ahmet Cemalettin Efendi’de yaptı. Hafızlığını köyünde ikmal etti.
Arapça ve İslami ilimler tahsilinin önemli bir bölümünü Çalıkzade Tahir Efendi’de yaptı.
Bir
müddet medreselere devam etti. Medreseler lağv edilince yarıda kalan tahsilini dersiâm Dursun Efendi’de tamamladı.
Ondan icazet aldı, İstanbul’a gidip Hacı Hafız Hamdi Şükrü, Hafız İsmail
Hakkı Bayrı ve Varnalızade Hafız Ahmed Hamdi’den “aşere”, “takrib”
ve “tayyibe” okudu, Ardından Of’a geri döndü. 1932 yılında şifahi bir izinle Kur’an
kursu açma yetkisi aldı, Bu izin 1936 yılında Rıfat Börekçi imzasını taşıyan bir yazıyla
resmiyet kazandı. Kursunda yıllarca “aşere”, “takrib”, “tayibe” okuttu.
Fıkıh, tefsir gibi “âli” ilimlerin yanı sıra sarf-nahiv gibi alet ilimlerini de tedris
etti. “Feraiz” ilmine derin vukufiyeti Onu bu ilimde eşsiz bir konuma getirdi.
Ahmet Hamdi Akseki
imzasını taşıyan bir yazıyla Of vaizliğine atandı. Yıllarca Of’ta irşad
hizmetinde bulundu.
1976 yılında emekli oldu. Fakat Kur’an hizmetine yine devam etti. D.İ.B.
Haseki Eğitim Merkezinde 1976′dan itibaren “aşere”, “takrib” ve “tayyibe”
derslerini okuttu. Aşıkkutlu “mücaz” bir Kur’an üstadı olarak yıllarca ders okuttu ve
yüzlerce talebe yetiştirdi. İcazet verdiği talebeler Kur’an okumanın kısıtlandığı
yıllarda “fem-i muhsin”ler (güzel okuyan ağız) olarak Türkiye’nin farklı şehirlerinde
Kur’an okuttular; ALLAH Resulü’nden –sallALLAHu aleyhi ve sellem- günümüze kadar devam eden Kur’an
kıraatini mevcut vecihleriyle günümüze taşıdılar.
Mahmud Efendi Arapça tahsilinden sonra tashih-i
huruf ve kıraat ilmini tahsil için Çifaruksa’ya gider.
Uzun bir zaman Aşıkkutlu’nun yanında
kalır. Hocaefendi, üstadının hizmetini ve Kur’an kıraatindeki yerini anlattığı bir
konuşmasında şunları söylemiştir:
“Biz Ona öğrenci olduğumuzda hafızdık,
fakat Kur’an nasıl okunur bunu tam olarak bilmiyorduk. İçimizde öyleleri vardı ki “…testeğisüne…”yi
“testeğiŞune” şeklinde okurlardı. Kur’an-ı, hakkını vererek okumayı
ondan öğrendik. Bu yüzden Onun hakkını ödeyemeyiz.”Aşıkkutlu kıraat ilmi ile alakalı
irili ufaklı çok sayıda eser kaleme aldı. Bunların bir kısmı öğrencilerinin şahsi
kütüphanelerinde mevcuttur. Hocaefendi 1980 yılında vefat ettiğinde geride binlerce talebe bıraktı.
Köyündeki cenaze namazını talebesi Mahmud Efendi kıldırdı.
2. Dursun Efendi
Dursun Efendi 1299/1883 yılında Of’un Çalek köyünde dünyaya geldi. Köyüne nispetle
Çalekli Dursun Efendi diye ün yaptı. Babası Yakub Efendi’dir. Hafızlık yaptığı yıllarda
(7 yaşında iken) babasını kaybetti. 9 yaşında Hemşinli Ahmed Efendi’nin yanında
hafızlığını bitirdi. Aynı yıl Karakaş Ahmed Efendi’den Arapça okumaya başladı.
Hocasının vefatı üzerine Çaykara’ya gidip Tayyib Zühdü Efendi’de tahsiline devam etti. Bir ara
İstanbul’a gidip, çeşitli medreselerde okudu. Ardından memleketine geri döndü.
Hocası Tayyib
Zühdü Efendi’de derslerini ikmal edip, icazet aldı.
Velizade Hasan Hilmi Efendi’den Feraiz okudu
sonra tekrar İstanbul’a döndü. Daru’l-Hilafeti’l-Aliyye medresesine girerek Medrese-i Sahn’ı
bitirdi. Girdiği sınavı kazanarak (1334/1918) Süleymaniye Medresesi Kelam ve Hikmet Şubesinde okumaya
başladı.
17 Nisan 1338/1922 tarihinde Süleymaniye Medresesi’nin ilgili bölümünden mezun olarak dersiam
unvanını aldı.
Bir süre Meşihat Dairesinde çalıştı. Medresetu’l-Kudat’a
kayıt yapıp buradan da mezun oldu. Mezuniyetini müteakip Karadeniz bölgesindeki medreselerin müfettişliğine
tayin edildi. 23 Ekim 1923 yılında kaleme aldığı ve bölgedeki ulema ve eşrafın hassasiyetini
yansıtan yazısında Cumhuriyet’in milleti İslami değerlerden uzaklaştırma vasıtası
olarak uygulanmaması gerektiğini beyan etti.
Medreselerin kapatılmasından sonra Of’ta açılan
İmam Hatip Okulunda müdürlük yaptı (1925). İki yıl sonra bu görevinden ayrılarak Havza’nın
bir dağ köyünde uzlete çekildi.
Af kanunun çıkması üzerine (1933) Karadeniz bölgesinde kısmi dolaşma
salahiyetine kavuşan Dursun Efendi 1938 yılında Of’a dönerek Hayrat’a bağlı Hundez’de
(Güneşli) hocası Tahir Efendi’den kalma medresede gayri resmi olarak ders okutmaya başladı.
Arapça
kaleme aldığı eserlerini bastırabilmek ve Hac ibadetini yapabilmek için 1950 yılında Haremeyn’e
doğru yola çıktı.
Hac ibadetini yerine getirdi, kitaplarının bir kısmını tab
edip bir kısmı da kaybederek geri döndü. Uzun yıllar tedrisata devam eden Dursun Efendi yüzlerce talebe yetiştirdi.
Şüphesiz ki en meşhur talebesi Mahmud Efendi’dir. 23 Şubat 1977′de köyü Çalek’te
vefat ettiğinde cenazesini Mahmud Efendi kıldırdı. Muhtaru’l-Ehadis Tercümesi, (İstanbul, 1964),
Münkizu’l-Felasife ve Müzhiru’l-Hakika ( Mekke, 1949), Tevhid ve İşrak (İstanbul, 1920), Ahiret
Hakikatleri ve Dirilmek Hikmetleri, (Trabzon, 1970) eserlerinden bazılarıdır.
Tarikat Eğitimi
Mahmud Efendi’nin eğitim faaliyetlerinin üçüncü alt başlığı tasavvufi hizmetleridir.
Onun sufi eğitimin nihai noktasında Bahauddin Nakşibend’in şu ifadesinde kendisini bulan kişiliği
görmek mümkündür: “Tasavvuf surette insanlarla, hakikatte ise ALLAH Teala ile beraber olmaktır.”
Sufi
olmak isteyen kişi öncelikle istihare eder. İstiharede müspet bir işaret alan kişiye özel virdlerden oluşan
ve her yıl değişen bir ders programı verilir.
Derslerin içeriği hadis-i şeriflerden
ve Nakşi Meşayıhına ait farklı kompozisyonlardan oluşmaktadır.
Nakşibendiler
bu tarz bir ibadetle ALLAH Rasulü’nün gün içerisinde farklı zamanlarda söylediği duaların müritler tarafından
tekrar edilmesini ve onların Sünnet’le bütünleşmesini hedeflemektedirler.
ALLAH Teala’ya yaklaşmanın
mutlaka mesnun yollarla olmasının gerekliliğine vurgu yapan Mahmud Efendi, konuyu örneklendirme sadedinde İmam
Rabbani’den ödünç aldığı şu örneği kullanır: “Birisi dağ başında
yüz yıl ibadet etse fakat ibadet şekilleri Sünnet’e muvafık olmasa, birisi de öğle vaktinde Resulullah
uyudu diye uzanıp kaylule yapsa, ikincisi ilkinden daha fazla ecir alır.”
Tasavvuf Anlayışı;
Nakşibendiyye/Halidiyye’de şeyh merkezli bir yapılanma
vardır. Şeyhin halifeleri bulundukları bölgelerde irşat faaliyetlerini yürütürler.
Şeyh ve
halifeleri cemaatlerde olduğu gibi hiyerarşik bir yapılanmadan uzak dururlar. Halidi Şeyhler müritlerinin
siyasi, içtimai ve iktisadi meselelerini programlama ya da geliştirme yerine, onlara işlerini İslam’a
göre ayarlayabilmeleri için nasıl bir duruş belirlemeleri gerektiğini göstermişlerdir.
İçtimai
hayatın kurum ve kuruluşlarını değil o kurumların başlarındaki insanların kalplerini
önemsemişlerdir. Dağınık gibi görünen bu yapılanma hayatın içine girmeden hayatı idare
etmeyi hedeflediğinden cemaat yapılanmalarından daha kalıcı etkiler bırakmıştır.
Tarikatı, cemaatlerde olduğu gibi organize bir yapıya dönüştürüp hizmeti daha etkin hale getirmeyi
hedefleyen tekkeler ise zamanla dağılmışlardır.
Mahmud Efendi Nakşibendiyye/Halidiyye’deki
klasik yapılanmayı olduğu gibi korumuştur. Modern Dünya içerisinde İslam Medeniyeti’nin tüm
renklerini koruyan bir cemaat oluşturması klasik yapılanmanın etkinliğini gözler önüne sermesi açısından
önemlidir. Ali Haydar Efendi gibi Mahmud Efendi de müritlerinin ticari ortaklıklarına sıcak bakmamıştır.
Ona göre tarikat ekonomik bir topluluk değil bütün toplulukları idare eden irfani bir oluşumdur.
İstikamet
Anlayışı;
Nakşibendiyye’nin özünde “istikamet” vardır. İstikamet’te
Kur’an’ı Kerim ve Sünnet’e ittiba ile olur. Bir has talebesinin Mahmud Efendi’den naklettiği
şu ifadeler O’nun istikamet anlayışının ibtina ettiği çerçeveyi gözler önüne sermektedir:
“Bu Mahmud, Rabbimin izni ile ömründe Kur’an’dan başka bir şeyle uğraşmamıştır.”;
“Gayr-ı müekked bir nafile olan “ikindinin sünneti fevt olacağına Mahmud ölsün daha iyidir.”
Nakşibendiyye Meşayıhı gerek müekked gerekse de gayr-ı müekked olsun, Sünnet’in hiçbir
çeşidinin terkine rıza göstermemiştir.
Onlar, zor zamanlarda Sünnet’in ihyası adına
fedakar duruşlar sergilemişlerdir. İslam’ı çağrıştıran giyim tarzının
yasaklandığı dönemlerde Ali Haydar Efendi, önemli bir sünnet olan sarığı başından
indirmemiş, Mahmud Efendi’ye de bu yönde telkin ve ikazda bulunmuştur. Bir defasında Mahmud Efendi Şeyhinin
yanına sarıksız girince şu ifadelere muhatap olmuştur: “Oğlum Mahmud! Bir daha yanıma
sarıksız gelirsen seni kovarım.” Mahmud Efendi ALLAH Resulü’ne ittibayı o derece içselleştirmiştir
ki Şeyhinin sarık noktasındaki sert ikazını her hatırlayışında içinin sürurla
dolduğunu bildirmektedir: “Efendi Babamın sözü bana öyle tatlı gelmişti ki, onun lezzet ve tadını
bugün bile hissediyorum.”
Kişiliği;
Hayatının ilk yıllarından itibaren kul hakkını ihlal etmeme
noktasında son derece titiz davranan Hocaefendi’nin bu yanıyla ilgili olarak talebeleri, şunları
anlatıyor: “Hocaefendi, devlet malını şahsı adına kullanmamaya aşırı özen
gösterir. Sağlığı bozulana kadar her yıl Ramazan ayının son on gününde itikafa girerdi.
Ramazan kış aylarına dönünce geceleri cami çok soğuk oldu. Hocaefendi ısınmak için camideki
elektriği kullanma yerine evinden camiye kablo çektirdi. Bu noktada bir asker arkadaşı ise şunları
naklediyor:
“Mahmud Efendi istirahat saatinde öncelikli olarak mescide giderdi. Abdest, namaz derken genellikle
yemek ictimalarına yetişemezdi. Geç kaldığı günler ona yemek ayırırdım. Yemeği
alınca sorardı, ‘bu bizim bölüğün karavanasından mıdır?’ Hayır deyince başka
bölüğün istihkakı bana helal olmaz der, yemeği yemez, aç beklerdi.”
Bardağı geri
vermek için Tekirdağ’a döndü;
Hocaefendi’nin bir talebesi de Tekirdağ’a yaptıkları
bir ziyaret sırasında şahit olduğu hatırasını şöyle dile getiriyor: “Yanımıza
bardak almayı unutmuştuk. Su içmek için bardak lazım oldu. Tekirdağ’da vaaz ettiğimiz caminin
imamından bardak istedik. Sağ olsun getirdi. Hizmet bitti, geri dönüyoruz. İstanbul sınırları
içerisine girdik. Mahmud Efendi: “Bardağı hocaefendi’ye verdiniz mi?” diye sordu. Kimsede ses
yok, Sonra öğrendik ki bardak arabada unutulmuş., Hocaefendi şoför arkadaşa “Hemen dönüyorsun, Tekirdağ’a
gidiyoruz” dedi. Evlerimize girmeden gittik. Bardağı verdik, sonra İstanbul’a döndük.”
Şöhreti
afet olarak gören ve bu yüzden medya kuruluşlarına fotoğraf ve demeç vermeye sıcak bakmayan bu sufi büyüğün
tasavvuf disiplini bağlamında düşünüldüğünde keramet olarak değerlendirilecek çok sayıda söz
ve ameli de var. Fakat kendisinin bu konudaki prensibi ise Nakşibendiliğin kurucusu Bahauddin Nakşibend’ten
naklen söylediği “En büyük keramet Hz. Resulullah’ın sünnetine tâbi olmaktır” ifadesinde
özetleniyor.
Öğrencisi için eşinin bileziğini alıp bozdurdu;
Askerlikten sonra İstanbul’a
yerleşen Mahmud Hocaefendi’nin sade bir talebe olarak sürdürdüğü İstanbul yaşamı Ali Haydar
Efendi’nin “İsmailağa Camii’ne imam olacaksın” emri ile yeni bir boyut kazanmıştı.
Üstadının vefatının ardından eğitim ve hizmet bayrağını devralan Mahmud Ustaosmanoğlu,
Halidiye kolunun süre geldiği İsmet Efendi Tekkesi’ne gitme yerine hocasının görevlendirdiği
camide kalıp eğitim hizmetlerini oradan yürütmeyi uygun gördü.
İsmailağa Camii’ndeki sohbetleri,
vaazları ve dersleriyle binlerce kişinin ilimle aydınlanmasına vesile oldu. Süleymaniye Dersiamlarından
Dursun Efendi ile Fatih Dersiamlarından Ali Haydar Efendi’nin ders usullerini günün şartlarını dikkate
alarak yeniden programlayan Mahmud Hocaefendi, bu hizmetini 1960′tan 2000 yılına kadar devam ettirdi. Emaneti
devraldığı büyüklerinin okuttuğu kitapları terk etmeyi, onlara karşı vefasızlık
kabul ettiğinden kitap bitirmeye dayalı klasik eğitim sisteminden ödün vermedi.
Hocaefendi olumsuz
şartlar altında sürdürdüğü eğitim faaliyetleri esnasında talebelerinin özel sorunlarıyla ilgilenmekten
de geri durmadı. Hocaefendinin bu yanıyla ilgili 1962 yılında ders halkasına katılan Konyalı
bir öğrencisi şunları anlatıyor: “Fatih’te müezzindim; Sabah namazından sonra İsmailağa’ya
gider öğleye kadar Hocaefendi’den ders okurdum. Öğleden sonrada müzakere ve mutâlaa ile ilgilenirdim. O gün
itibariyle 5 tane çocuğum vardı. İkamet ettiğim evin kirasını ödemekte zorlanıyordum, Ek
işte çalışmaya karar verdim. Bunun için ders okumayı bırakmam gerekiyordu. Bir gün dersten sonra
Hocaefendi’ye durumu arz ettim. Hocaefendi, beklememi söyledi. Evine gitti, hanımının bileziklerinden
3 tane alıp geldi. “Al, bunlar sana hediyemizdir. Bozdur kiranı öde. Lakin dersten geri kalma” dedi.
Hocaefendi’nin dostluk halkası;
Sohbetlerinde tarikattan ziyade İslam’a, Kur’an’ı
Kerim’de emredilen helaller ve haramlara vurgu yapan Mahmud Hocaefendi’nin Sultan Selim Camii’ndeki vaazlarını
içeren “Sohbetler” kitabı da onun bu yönünü örneklerle ortaya koyuyor. Mahmud Efendi’nin bu tarz bir
üslup benimsemesi, farklı cemaatlere mensup insanlar nezdinde de saygınlığını artırıyor.
Mehmed Zahid Kotku’dan Salih Efendi’ye, Dursun Efendi’den Aşıkkutlu’ya, Muzaffer
Ozak’tan meşhur vaiz Timurtaş Uçar’a kadar birçok ilim, fikir ve irşad adamının cenaze
namazını Mahmud Hocaefendi’nin kıldırması, bu sevgi ve saygının göstergesi olarak
kabul ediliyor.
Mahmud Hocaefendi, sohbet ve derslerinde ümmet bilincine sürekli vurgu yapıyor. Muhataplarına
daha çok İslam’ın ameli boyutunu anlatırken, cemaatler arası dayanışmaya önem veriyor.
Nitekim gençlik yıllarında farklı cemaatlerin büyükleriyle çok defa görüşmeler yaptığı
yakınları tarafından anlatılıyor.
Yakınları, Mehmed Zahid Koktu ve Sami Efendi’nin
O’nun belli periyotlarla ziyaret ettiği şahısların başında geldiğini kaydediyor.
Cemaatlerle Münasebeti
Mahmud Efendi, Sohbet ve derslerinde ümmet bilincine sürekli vurgu yapar. Muhataplarını
tarikat yerine İslam’a Davet eder. Cemaatler Arası dayanışmaya önem verir. Nitekim gençlik yıllarında
farklı cemaatlerin lider Kadrolarıyla çok defa görüşmeler yapmıştır.
Hocaefendi İslam’a
hizmet eden herkes için dua edilmesini ister. 28 Şubat krizinin yaşandığı ve medyanın İsmailağa’ya
orantısız bir şekilde yüklendiği günlerde Kendisine Fethullah Gülen’in tutumu Sorulduğunda
şöyle demiştir: “İslam’a hizmet eden bir zatın aleyhinde olmamız düşünülemez.”
Nüfuzu
Mahmud Efendi en az Türkiye kadar İslam dünyasında da tanınmaktadır. Çağımızın
meşhur müfessirlerinden “Safvetu’t-tefasir” adlı tefsirin sahibi olan Muhammed Ali es-Sabuni başta
olmak üzere İslam Coğrafyasından çok sayıda müfessir, muhaddis ve fakih seveni vardır. İsmailağa
Camii Said Ramazan el-Buti, merhum Muhammed b. Alevi gibi muasır alimlerin İstanbul’da ilk uğrak yeri
olmuştur.
Şu ifadeler İsmailağa’nın ulema ve evliya için niçin bir çekim merkezi olduğunun
cevabı niteliğindedir: Amerikan asıllı mühtedi Şeyh Nuh Kelir 2000 yılında gerçekleştirdiği
İstanbul ziyaretini değerlendirirken şöyle demiştir:
“Eyüp’ten sonra İstanbul’da
iki yerde çok yüksek maneviyat gördüm: Aziz Mahmud Hüdayi’nin kabri ve Mahmud Efendi’nin camii.”
Askerlik
sonrası şeyhi Ali Haydar Ahıskavi(K.S) onu İsmailağa Camii’ne imam tayin etmek için davet etti.
1954′te İsmailağa’da imamlığa başladı. 1996′da 65 yaşını doldurduğu
için aynı camiden emekli oldu. Ruhu’l-Furkan isimli tefsirini kaleme almaya başladı. Şu ana kadar
12. cildini tamamladı. Sohbetler adlı kitabı 4 cilt halinde, Yanyalı Mustafa İsmet Garibullah’ın
Risale-i Kudsiyye isimli kitabının tercüme ve izahı da iki cilt olarak yayınlandı.
"Şefaat
Ümidiyle..."
|